Bir sabah uyandınız, kahvenizi aldınız, işe gitmek için telefonunuzu çıkardınız ve… her şey birkaç dokunuşla hazır: Araç kapınızda, ödeme uygulamada, rota navigasyonda. Kulağa bilim kurgu gibi geliyor ama bugün pek çok şehirde bu senaryo sıradan bir sabah rutini hâline geldi. Uygulama tabanlı ulaşım modelleri, son 10 yılda hayatımıza sessiz ama çok güçlü bir şekilde yerleşti. Peki bu sistemler gerçekten başarılı mı? Yoksa sadece “yenilik” olduğu için mi kabullendik?
Uygulamalar ulaşımı nasıl dönüştürdü?
Uber, Lyft, Bolt, BiTaksi, Martı, Scotty, Moovit… Daha adını sayamayacağımız kadar çok ulaşım uygulaması artık cebimizde. Eskiden taksi çağırmak için durağa yürür ya da telefonla arardık; şimdi birkaç tıklamayla sürücünün ne zaman geleceğini bile anbean takip edebiliyoruz. Bu sadece konfor değil, aynı zamanda kontrol hissi de veriyor. İnsanlar artık ne zaman, nerede, ne kadar süre bekleyeceğini biliyor. Bu da ulaşımı daha planlanabilir, daha stressiz bir hâle getiriyor.
Kullanıcı memnuniyeti neden arttı?
İyi bir ulaşım deneyimi yalnızca hızdan ibaret değil; güvenlik, şeffaflık, ödeme kolaylığı ve kullanıcı deneyimi gibi pek çok etkeni barındırıyor. Uygulama tabanlı modellerde tüm bu unsurlar düşünülmüş durumda. Örneğin, kullanıcılar şoförü puanlayabiliyor, sürüş geçmişini görebiliyor, güzergâhı haritadan takip edebiliyor. Ödemeler nakitsiz, bahşiş verip vermemek tamamen tercihe bağlı. Bu model, kullanıcıya kendini değerli hissettiriyor ve bu da memnuniyeti artırıyor.
Sadece kullanıcı değil, sürücü de kazançlı mı?
Bu modellerin başarısı yalnızca yolcu açısından değil, sürücüler için de değerlendirilmeli. Uygulama tabanlı ulaşım modelleri, esnek çalışma saatleri sunarak özellikle ek gelir arayan bireyler için cazip hâle geldi. Ancak her şey güllük gülistanlık değil. Komisyon oranlarının yüksekliği, uygulamaların sürücüler üzerindeki kontrolü ve yoğun rekabet, bazı sorunları da beraberinde getiriyor. Bu yüzden “başarı” tanımı burada biraz iki ucu keskin bıçak gibi.
Toplu taşımanın alternatifi mi, tamamlayıcısı mı?
Birçok şehirde, özellikle mikro mobilite çözümleri (elektrikli scooter’lar, bisiklet paylaşım sistemleri) toplu taşımayı tamamlayıcı rol üstleniyor. Yani bir otobüsle mahalleye kadar gelip, son birkaç kilometreyi Martı ile tamamlayan bir kullanıcıdan bahsediyoruz. Bu da şehir planlamasında ulaşımı çok daha esnek ve entegre bir yapıya dönüştürüyor.
Ancak burada kritik bir soru var: Bu uygulamalar, toplu taşımanın yerini mi alıyor, yoksa ona destek mi oluyor? Eğer kontrolsüz büyürse, trafik ve karbon salımı açısından tam tersi bir etki yaratma riski de mevcut. Bu nedenle şehir yönetimlerinin bu sistemleri sadece teşvik değil, aynı zamanda düzenleme yönünde de adım atması gerekiyor.
Kırsal bölgeler bu devrimin neresinde?
Bir başka mesele de şu: Bu teknolojik dönüşüm, çoğu zaman büyük şehirlerde yoğunlaşıyor. Oysa ulaşım ihtiyacı sadece metropollerde yok. Kırsal alanlarda hâlâ ciddi bir erişim problemi var ve uygulama tabanlı modellerin buralara yayılması oldukça yavaş. Bu noktada yerel girişimcilere ve belediyelere büyük iş düşüyor. Uygulamalar, yerel ihtiyaçlara göre şekillendirilip sadeleştirilebilir.
Teknoloji her derde deva mı?
Uygulama tabanlı ulaşım modelleri, kuşkusuz çağımızın getirdiği büyük kolaylıklardan biri. Ancak bu modellerin başarılı olup olmadığını değerlendirirken sadece kullanıcı memnuniyeti değil, ekonomik sürdürülebilirlik, sosyal adalet, şehir içi trafik dengesi ve çevresel etkiler de göz önüne alınmalı.
Sonuç: Evet başarılılar, ama…
Evet, uygulama tabanlı ulaşım modelleri başarılı. Çünkü çözüm sunuyorlar, kolaylık sağlıyorlar, dijitalleşmeyi günlük yaşama entegre ediyorlar. Ama bu başarıyı kalıcı kılmak için “teknoloji + planlama + eşitlik” formülünü unutmamalıyız. Ulaşım herkesin hakkı ve teknoloji bu hakkı herkes için erişilebilir kılabildiği sürece gerçek anlamda başarılı olabilir.
Bir sonraki adım? Belki de yapay zeka ile çalışan toplu taşıma sistemleri, insansız sürücüler veya karbon-nötr ulaşım ağları... Ama en temelde hâlâ şunu arıyoruz: Hızlı, güvenli ve adil ulaşım.